Dünyadaki enerjinin büyük bölümünü tüketen binalar, “akıllı şehir” süreciyle birlikte “akıllı bina”lara dönüşecek. Sensörlerle donatılan binalarda enerji kullanımı minimuma inerken, güvenlik, yalıtım ve atık sorunları, çevre dostu teknolojilerle çözülecek.
Akıllı şehre giden yolu, artık günlük hayatın her alanına nüfuz eden internet dolayısıyla “e-devlet” ve “e-belediye” uygulamaları açtı. Bir devlet dairesine ya da belediyeye gitmek zorunda kalmadan bilgisayar başında, birçok kamusal işlemleri yapabilme, örneğin başvurularda bulunabilme, vergi ödeyebilme ve kamudan geri dönüş alabilmenin mümkün hale gelmesiyle birlikte kamu yönetimleri ile vatandaş arasındaki ilişkiler sanal ortam üzerinden yürümeye başladı. Keza şirketler ve vatandaşlar arasındaki özel işler de aynı şekilde internet üzerinden çözülür hale geldi. Böylece zamandan, emekten ve enerjiden kırtasiyeye kadar birçok alanda tasarruf edilir hale gelindi.
Aslında tüm bunlar akıllı şehir olgusunun da ilk adımlarıydı. Zira akıllı şehirler, enerjiden ulaşıma, su tüketiminden çöpün yeniden değerlendirilmesine kadar her alanda önemli oranda tasarruf sağlayan dijital bir yaşamı hedefliyor. Enerji verimliliği ve yeşil teknoloji olanaklarının yaratılarak, bir şehrin temel unsurları olan binalar, ulaşım, enerji, atık, kamusal hizmetler, sağlık ve güvenlik gibi akla gelebilecek her alanda tasarruf, temel hedef konumunda. Ancak tüm bunların nasıl başarılabileceği de başlı başına bir sorun; kim karar verecek, kim yapacak, nasıl yapacak? Açıktır ki, akıllı şehir, hükümetlerden yerel yönetimlere, konut sektöründen teknoloji üreten firmalara kadar tüm paydaşların birlikte gerçekleştirilebileceği bir olgu. Bu süreçte, kamu yöneticileri, sivil toplum kuruluşları, akademisyenler ile iş dünyası arasında bilgi ve tecrübe paylaşımının sağlanması, ortak çıkar ve hedeflerde buluşulması gerekiyor. Çünkü akıllı şehirlere yönelik politikaların geliştirilmesi, sistemlerin kurulması, çevreye duyarlı malzemelerin üretilmesi ve yeni iş alanları oluşturulması için işbirliği, olmazsa olmaz bir unsur. Geleceğin yaşanabilir, sürdürülebilir, yüksek standartlarda ve insana saygılı şehir modelleri ancak bu tür tartışma platformları üzerinden mümkün olabilecek. Yalnızca bu da değil, akıllı şehir süreçlerinde yönetim modellerinin de değişmesi zorunlu hale gelmiş durumda. Merkezi yönetimlerin şehirler üzerindeki yetkilerinin minimuma indirilerek, güçlü yerel yönetimler oluşturulması, artık siyasi aktörler dışında herkesin kabul ettiği bir zorunluluk.
Dolayısıyla akıllı şehirleşme, yalnızca teknik bir süreci değil, en az bir o kadar da “toplumsal” bir dönüşümü ima ediyor. Yaşam kalitesini arttıracağı kesin olan bu dönüşümün, devletin birey üzerindeki kontrolünü arttıracağı yönündeki endişelerin varlığı dolayısıyla demokratik işleyiş mekanizmaları üzerinde ne tür etkilerde bulunacağı ise sivil toplum ve özel sektörün, merkezi yönetimler karşısındaki konumlanışına ve güç dengelerine bağlı olacak gibi gözüküyor.